Skip to main content

Siber Bilgi M.

Konu

#1

İslam öncesi Mekke (cahiliye dönemi)

[Resim: cahiliye-devri.jpg]

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın elçisi ve son peygamberi Hz. Muhammed (sav), eski dünya olarak bilinen Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının ortasında yer alan Arabistan yarımadasının batısındaki Hicaz bölgesinde Mekke şehrinde dünyaya gelmiştir. Bu sebeple ana hatlarıyla Mekke tarihi ve bu arada Kâ‘be ve Kureyş’ten bahsetmek faydalı görülmektedir.

Mekke’nin bilinen tarihi Hz. İbrahim dönemine kadar inmekte, daha önceki tarihi hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Hz. İbrahim Allah’ın emriyle, henüz çok küçük yaşta olan oğlu Hz. İsmail’i ve annesi Hâcer’i Mekke’ye getirip bıraktıktan sonra Filistin’e dönmek üzere ayrıldı. Kur’ân-ı Kerim’de “ekin bitmeyen bir vadi” olarak nitelenen (İbrahim 14/37) Mekke vadisi çöl karakterli bir araziye sahip olup iklimi sıcak ve kuraktır. Bu sebeple anne-oğul bir süre sonra susuzluk problemi ile karşılaştılar. Dinî rivâyetlere göre su bulmak için Safa ve Merve tepeleri arasında koşturan Hacer’in, çaresiz kalıp oğlunun hayatından ümit kestiği bir sırada Yüce Allah’ın emriyle çocuğun bulunduğu yerden bir su kaynağı fışkırdı. Zemzem adını alan ve suyu bol olan kaynak nedeniyle burası kervanların konak yeri oldu. Bir süre sonra Yemen’den gelen Cürhümlüler Mekke çevresine yerleştiler. İsmail onlardan Arapça öğrendi ve bu kabileden bir kızla evlendi.

Filistin’de yaşayan Hz. İbrahim zaman zaman Hâcer ile İsmail’i ziyarete gelmekteydi. Hz. İbrahim Mekke’yi üçüncü ziyaretinde Allah’ın emri doğrultusunda oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşâ etmeye başladı. Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı âyetlerden (el-Bakara 2/127; Âl-i İmrân 3/96; el-Hacc 22/26) hareketle Kâbe’nin Hz. İbrahim’den önce de var olduğu, ancak yıkılıp uzun zaman içinde yerinin kaybolduğu ve İbrahim tarafından bulunarak yeniden yapıldığı anlaşılmaktadır.1 Kurân’da Hz. İbrahim’den önce kimin tarafından inşâ edildiği hususunda herhangi bir bilgi yer almamakla birlikte bazı kaynaklarda Hz. Âdem yahut oğlu Şît tarafından yapıldığı kaydedilmektedir. Hz. İbrahim Kâbe’nin inşâsını tamamlayınca Cebrail gelip kendisine hac ibadetinin nasıl yapılacağını öğretti. O da insanları hac ibadetine davet edip oğlu ile birlikte görevini tamamladıktan sonra İsmail’i burada bırakarak Filistin’e döndü.

Mekke ve Kâbe’nin idaresi Hz. İsmail’den bir nesil sonra Cürhümlüler’in eline geçti. Önceleri Hz. İsmail’in tebliğ ettiği dini benimsemiş olan Cürhümlüler zamanla sapıklığa düştüler; çeşitli ahlâksızlıklar yanında Kâbe’ye takdim edilen hediyeleri çaldıkları gibi hac maksadıyla şehre gelenlere de kötü davranmaya başladılar. Bir süre sonra Güney Arabistan’dan göç ederek Mekke civarına gelen Huzâa kabilesi Cürhümlüler’le yaptıkları savaşta onları mağlup ederek şehirden çıkardı. Cürhümlüler Hacerülesved’i yerinden söküp bir yere gömdükten ve Zemzem Kuyusu’nu kapatıp yerini belirsiz hale getirdikten sonra tekrar ilk yurtları olan Yemen’e gittiler. İsmailoğulları ise sayılarının azlığı sebebiyle savaşta taraf olmadı ve Benî Huzâa ile anlaşarak şehirde kalmaya devam etti. Huzaalılar zamanında kabilenin ileri gelenlerinden Amr b. Luhay, Mekke ve Kâbe idaresini eline alınca tevhid geleneğini bozup şehirde putperestliğin başlamasına sebep oldu.

V. Yüzyılın ilk yarısında Hz. Peygamber’in beşinci kuşaktan dedesi Kusay b. Kilâb liderliğindeki Kureyş kabilesi, Huzâalılar’a karşı mücadele ederek Mekke yönetimini ele geçirdi. Böylece büyük şeref ve saygınlık ifade eden Kâbe hizmetleri de Kureyş’e geçmiş oldu. Kusay Mekke civarında dağınık halde yaşayan Kureyş kollarını birleştirerek Kâbe çevresinde yerleştirdi. Ayrıca gerekli düzenlemeler yaparak Mekke idaresi (Dârünnedve idaresi), başkumandanlık (kıyâde), sancaktarlık (livâ), Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası (hicâbe veya sidâne), hacılara su temini (sikâye) ve hacıları ağırlama (rifâde) hizmetlerini elinde topladı. Onun yaptırdığı Dârünnedve önemli meselelerin görüşülüp karara bağlandığı ve çeşitli törenlerin düzenlendiği bir toplantı yeri olarak İslâm dönemine kadar devam etti.

Kusay’dan sonra Mekke idaresi ve Kâbe hizmetleri onun çocukları ve torunları tarafından sürdürüldü. Kusay’ın torunu ve Hz. Peygamber’in üçüncü kuşaktan dedesi Hâşim b. Abdümenâf gerek Mekke’ye gelen hacıların gerekse Kureyş kabilesinin yiyecek ve su ihtiyacını karşılamak için çalıştı. Cömertliği ile tanınan Hâşim ile kardeşleri Muttalib, Abdüşems ve Nevfel, Bizans, Yemen, Habeşistan ve İran devletleri nezdinde ticaret antlaşmaları yaptılar. Ayrıca ticaret güzergâhı üzerindeki kabilelerle saldırmazlık antlaşmaları imzaladılar. Böylece Mekke ticareti milletlerarası bir mahiyet kazandı. Kureyşliler gerek antlaşmalar gerekse Kâbe hizmetlerini yürütmenin vermiş olduğu itibar sayesinde emniyet içerisinde kışın Yemen’e ve Habeşistan’a, yazın Suriye ve Anadolu’ya kadar ticarî amaçlı yolculuklar yapmaya başladılar. Hâşim ticaret için Suriye’ye giderken bir süre kaldığı Yesrib’de (Medine) Neccâroğulları’ndan Amr b. Zeyd’in kızı Selmâ ile evlendi. Bu evlilikten Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib (Şeybe) dünyaya geldi. Hâşim seyahatı sırasında Filistin’deki Gazze’de öldü ve oraya defnedildi. Abdülmuttalib sekiz yaşına kadar Medine’de kaldıktan sonra amcası Muttalib tarafından Mekke’ye getirildi. Abdülmuttalib’i amcası yetiştirdi ve ölümüne yakın bir zamanda kabile reisliği görevini ona devretti. Abdülmuttalib gördüğü bir rüya üzerine Cürhümlülerin Mekke’yi terkederken kapattıkları Zemzem kuyusunun yerini bularak yeniden açtı. Hacılara yiyecek ve su temini görevlerini üstlendi.

İslâm öncesinde Mekke coğrafî konumu yanında dinî ve ticarî bir merkez olmasından dolayı Bizans, İran (Sâsânî) ve Habeşistan gibi dönemin devletlerinin dikkatini çekmiştir. Habeş Krallığı’nın müstakil Yemen valisi Ebrehe Arapların Kâbe’yi ziyaretlerini engellemek üzere San‘a’da bir kilise yaptırmış, ancak amacına ulaşamayınca Kâbe’yi yıkmaya karar vermiş, şehri zaptederek dinî merkez olma özelliğini ortadan kaldırmayı ve Mekkeliler’in ticarî faaliyetlerine son vermeyi planlamıştı. Ebrehe ordusuyla birlikte Mekke yakınlarına kadar gelip konakladı. Bu sırada Kureyş’in Hâşimoğulları kolunun reisi olan Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib, Ebrehe ile görüştü ve Allah’ın evi (Beytullah) olarak bilinen Kâbe’yi sahibinin mutlaka koruyacağını ona hatırlattı. Kâbe’yi yıkmaya kararlı olan Ebrehe hücum emri verdi; ancak ordusunun önünde bulunan fil, Kâbe’ye doğru asla hareket etmediği gibi ordusu da Fîl sûresinde belirtildiğine göre (105/1-5) Allah tarafından gönderilen kuş sürülerinin attığı küçücük taşlarla helâk oldu. Bu olaya Fil Vak‘ası, meydana geldiği yıla da Fil yılı adı verilmiştir. Ebrehe’nin girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması Araplar’ın Kâbe’ye ve hac ibadetine daha önce görülmemiş derecede değer vermeye başlamalarına yol açtı; Mekke ve Kureyş’in itibarı arttı.

Mekke Hicaz bölgesinin üç önemli şehrinin başında geliyordu (diğer ikisi Yesrib [Medine] ve Tâif). Güneyde Yemen’e, kuzeyde Akdeniz’e, doğuda Basra körfezine, batıda Kızıldeniz limanı Cidde’ye ve Afrika istikametine giden yolların kesişme noktasında bulunan Mekke ekonomik açıdan çok elverişli bir mevkide yer almaktaydı. Öte yandan Kâbe dolayısıyla şehir, Arabistan’ın dinî merkezi idi. Yılın belirli aylarında Arabistan’ın her tarafından Kâbe’yi ziyarete gelen insanlar şehrin ticarî faaliyetlerine canlılık kazandırır, panayırlar kurulur ve şiir yarışmaları yapılırdı. Coğrafî şartlar yüzünden tarıma elverişli olmayan Mekke’de ekonomik hayatın temelini ticaret oluşturmaktaydı.

Mekke’de Arabistan yarımadasının genelinde olduğu gibi putperestlik hâkimdi. Kâbe ve çevresinde sayıları 360’a ulaşan putların en büyüğü Hübel olup Kureyş’in en önemli putu idi. Bunların dışında evlerin çoğunda da put vardı. Araplar gökleri ve yeri yaratan, idare eden en yüce tanrı olarak Allah’ın varlığını kabul etmekle birlikte kendilerini Allah’a yaklaştıracağı ve O’nun katında şefaatçı olacağı düşüncesiyle putlara tapıyorlardı. Böylece sadece Allah’a kulluğu öngören tevhid inancından saparak Allah’a ortak koşmak suretiyle şirke düşmüş oluyorlardı. Öte yandan Mekke’de sayıları az olmakla birlikte Hz. İbrahim’den gelen tevhid inancına sahip Hanîfler de bulunuyordu.

ayrıca değişik bir değerlendirme ve açık bir anlatımla;

Câhiliyye; lügatte "bilgisizlik" mânâsına gelir. İlmin zıddıdır. Beyinsizliği ve hamâkati (ahmaklık) de içine alır. Genellikle Arabistan'da İslâm'ın hâkim olmasından önceki hayatı içine alır. "İslâm'ın ortaya çıkmasından önceki küfür ve sapıklık hali" anlamında kullanılır.[1]
Cahiliye, aynı zamanda Arapların İslâm'dan önceki inanç, tutum ve davranışlarını İslâmî devirdekinden ayırt etmek için kullanılan bir kavramdır. Kabalık, görgüsüzlük ve gayr-ı medenîlik anlamına da gelen bu kavram; İslâm'a uymayan her türlü inanç, söz, fiil ve davranışı ifade eder. Günah olan söz ve fiiller, kaba ve çirkin davranışlar câhiliye işidir. Kurân'da 4 çeşit "câhiliye" zikredilmiştir: Bunlar, câhiliye zannı [a], gerçeği bilmeden ileri geri konuşmak ve Allah hakkında kötü zanda bulunmak; câhiliye hükmü , Allah'ın hükmüne ters düşen hükümler; cahiliye hamiyyeti / taassubu [c], ilahî gerçeklere karşı çıkmak, hiddet, öfke ve kızgınlık göstermek, kibir ve gurur sebebiyle Allah ve Resûlü'nün emir ve yasaklarına uymamak; câhiliye teberrücü [ç], Allah ve peygamberin emirlerine uymayarak kadınların örtülmesi zorunlu olan yerlerini örtmemeleridir.[2]
Cahiliye kavramı, 15 asırdır hem günlük hayatta halkın dilinde hem de akademik camiada çok sık kullanılır. Cahiliye, Allah'a inanmama veya şirk koşma, barbarlık, vahşet, zulüm, haya noksanlığı, taassup, kabile taraftarlığı gibi dönem insanının özelliklerini nazara verir. Peygamber Efendimiz'in Hz. Bilal'e söylenen "kara kadının oğlu" sözüne, "cahiliye zihniyeti" çıkışıyla cevap vermesini de buraya ilave edebiliriz.[3]
İslâm, tam bir aydınlık ve bilgi devri olduğu için, Arabistan'da İslâmiyet'in yayılmasından önceki devre, daha dar anlamı ile Hz. İsa'dan sonra peygamberimizin gelmesine kadar geçen zamana "cahiliye" devri adı verilmiştir.[4]
Cahiliye; insanin insan iradesinin dışındaki unsurlar üzerinde toplanmasını temine çalışan, insani insana ve topluma köle yapan bir sistemin; beşeriyeti Allah'a ibadetten uzaklaştırıp, herhangi bir adla anılan beşerî sistem ve prensiplere itaate zorlayan yönetimin adidir. İnsanları, kavimlere, renklere, tarihlerinin karanlık çağı efsanelerine yönlendiren, ayrı ayrı dil farklılığı sebebiyle ümmet şuurundan uzaklaştırmaya çalışan her türlü despotizm, cahiliyenin bir görüntüsüdür.[5]
Câhiliye, "bilgisiz olmak" ile eş anlamlı görünmüş olsa da, temelde bir düşünme biçimi, bir sistem, bir yaşantı şeklidir. Kuran'ın İslâm dışı toplumların ve kişilerin tutum, davranış, yaşantı ve kurdukları sistemi tanımlamak için kullandığı bir kavramdır. Değer yargılarını, ahlâk kurallarını, inanç, düşünme ve davranış biçimlerini bünyesinde toplayan ve kendine bağlı insanların yaşayışlarına yön veren iki sistemden biri İslâm; diğeri hangi ad altında olursa olsun "câhiliye"dir. Şirk ve küfür, bu sisteme inanç ve itikat yönüyle ad olurken, câhiliye de, kabul edilen değer yargıları ve davranış biçimleri, yani sosyolojik yönüyle ad olur.

Câhiliye, "bilgisiz olmak"tır; evet, esas bilinmesi gerekeni bilmemek, yanlış bilgi sahibi olup, bilmediğini de bilmemek, hevâya, kuruntuya, zanna uymaktır. Esas bilinmesi gereken Hakk'ı hak olarak bilmemektir, câhiliye.

Câhiliye, belli bir döneme ait bir olgu değil; insan hayatında sürekli var olan dinamik ve yaşayan bir olgudur. Peygamberimizden (S.A.V.) önceki dönem câhiliye devri olduğu gibi; günümüz modern câhiliyesi de en büyük ve en ilkel câhiliyedir. Câhiliyenin, kendine göre (Allah'a dayanmayan) inanç sistemi, yaşayış biçimi, ahlâk anlayışı ve devlet görüşü vardır. Câhiliyye kelimesi, Kuran'da dört yerde geçer. Kuran'da câhiliye kelimesinin geçtiği dört âyet, câhiliyenin temel dört görünüşünü ifade eder:

İslâm'ın zıddı, câhiliyedir. (Câhiliyye, bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslâm'ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. Küfür demektir.) İslâm'ın her parçasının karşısında mutlaka câhiliye vardır. Hz. Ömer'in (r.a) dediği gibi, "İslâm'la câhiliyeyi bilmeyenler türeyince, İslâm'ın düğümleri teker teker çözülür." İslâm tüm ayrıntılarıyla câhiliyenin karşıtıdır. Çünkü İslâm'dan her bir cüz, Allah'ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka câhiliyedir. Çünkü o, sınırlı insan ilminin eseridir. Üstelik insanın hevâ ve arzuları kendisine galip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir. "Yoksa onlar câhiliye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah'tan daha güzel kim vardır?" [d]

İnançlarda İslâm ve câhiliye vardır. İbâdetlerde İslâm ve câhiliye vardır. Ahlâkta, siyasette, öğretimde, savaş, barış ve sosyal meselelerde İslâm ve câhiliye vardır. İnsanla ilgili bütün meselelerde, bütün kanun ve kurallarda İslâm ve câhiliye vardır. İnanç ve ibâdetlerdeki câhiliye, câhiliyelerin en tehlikelisidir. Onun için Allah-u Teâlâ, sağlam itikatla beraber bazı câhiliye hareketlerinde bulunanları affeder ama, inanç ve ibâdetleri câhiliye inanç ve ibâdetleri olan kimseyi, İslâm'ın tüm ahlâkıyla ahlâklansa dahi kesinlikle affetmez. "Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ama bunun dışında dilediğini affeder." [e]

Allah Teâlâ İslâm'ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, işte o Müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslâm'la câhiliyeyi birbirine karıştırmış olur. "Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezası dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise azabın en şiddettılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir." [f]. Her Müslümanın, câhiliyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslâm'ın bütününü alması gerekir.[1]
Asabiyyet-i Cahiliyye
İslâmiyet'ten evvelki câhiliyet asabiyeti. Menfi milliyet. Irkçılık, yani, aşırı derecede kendi kavim ve kabilesini koruma ve iltizam gayreti.(Asabiyyet-i cahiliye, birbirine tesanüt edip yardım eden gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkep bir mâcundur. Bunun için menfi milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar. Hamiyyet-i İslâmiyye ise, nur-u imândan in'ikâs edip dalgalanan bir ziyadır.[6]
Genel Bakış
Cahiliye, insanın Allah'ı gereği gibi tanımaması, ona kulluk etmekten uzaklaşması, onun ilâhî hükümlerine değil de kişinin kendi hevâ ve hevesine uyması, insanların koyduğu emir ve yasaklara, siyasî sistem ve düşüncelere inanmasıdır. Kuran-ı Kerîm'de:
«Onlar hâlâ cahiliye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim var?» [ğ]
buyrulur. İslâm'ın hakim olmadığı ortamlar cahiliye çağlarıdır. Çünkü ilâhî bilginin kaynağından yoksun olan ortamlardır. İslâm'ın gelişinden önceki dönemde yaşayan müşrikler Allah'a isyan etmiş onun hükümlerine sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece ilkel ve cahil hayat sürüyorlardı. Cahiliye Araplarının sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür:
Putlara Taparlardı
Cahiliye insanları Allah'ın varlığını kabul etmekle beraber putlara taparlardı. Onlar, putlarının Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarına inanırlar ve: "Biz, onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" [h] derlerdi.
İçki İçerlerdi
Cahiliye döneminde şarap içmek adeti, çok yaygındı. Şairleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (r.a.)'in bildirdiğine göre İslâm'da içki, Mâide Suresi'nin doksan ve 91. ayetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz. Peygamber (s.a.s) tellal bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında sel gibi içki akmıştır.[7]
Kumar Oynarlardı
Cahiliye çağında kumar da çok yaygındı. Cahiliye Arapları, kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katılmamak, ayıp sayılırdı. Onların şairlerinden biri, karısına şöyle vasiyette bulunur:

"Ben ölürsem, sen, aciz ve konuşma bilmeyen, ki yüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme."
Tefecilik Yaparlardı
Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verirler; kat kat faiz alırlardı. Borç veren kimse, borcun vadesi bitince borçluya gelir: "Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artırayım mı?" derdi. Onun da ödeme imkânı varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve faizin her çeşidini haram kılan Allah, özellikle Arapların bu kötü âdetlerine dikkati çekerek "-Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin." [ı] buyurmuştur.
Faiz Oranları Çok Büyüktü
Faizcilik, Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun arasını ayıramıyorlar; "Faiz de tıpkı alış-veriş gibi" diyorlardı. Bunun üzerine inen ayette: "Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır." buyrulmuştur.
Fuhuş, Yaygındı
Cahiliye Arapları arasında fuhuş da nadir şeylerden değildi. Cariyelerini zorla fuhşa sürükleyenler vardı. Kuran-ı Kerîm'de bu hususa işaretle: "İffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın." [j] buyrulur.

Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da başkalarıyla ilişkide bulunması, bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir davranıştı. Fuhuşla ilgili cahiliye Araplarının şu adetlerini zikredebiliriz:

Kadın âdetinden temizlendikten sonra kocası, ona; "Şu adama git ve ondan hamile kal!" derdi. Kadın, istenilen adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya kadar ona yaklaşmazdı. Sonra yaklaşabilirdi. Bu, iyi bir çocuğa sahip olmak için yapılırdı.

Sayıları 3 ila 10 arasında değişen bir grup erkek kadının evine girerek, sırasıyla hepsi de onunla cinsi münasebette bulunurdu. Kadın, hamile kalıp da doğum yaparsa; doğumdan bir kaç gün sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu davete iştirak ederlerdi. Sonra onlara: "Olanları biliyorsunuz, doğum yaptım" içlerinden birine işaret ederek; "Çocuğun babası sensin." derdi. O da bundan kaçınamazdı.

Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için kapılarına bayrak asarlardı. Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis heyeti toplanıp çocuğun kime ait olduğunu tespit ederdi. O da çocuğun babası olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı.[8]

Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, adeta bir eşya gibi telakki edilip miras alınırdı. Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın daha önce kaçıp bu halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten menederdi. Bunun üzerine inen ayette: "Ey inananlar! Kadınlara zorla mirasçı olmaya kalkmanız size helâl değildir." [k] buyrulmuştur.[9]

Yiyeceklerin bazısı yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu. "Onlar: Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur" dediler.[l]
Yeni Doğan Kız Çocuklarını Diri Diri Toprağa Gömerlerdi
Cahiliye Arapları'nın kötü adetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telakki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı. Kuran-ı Kerîm'de şu ayetlerde buna işaret edilir: "Onlardan birine Rahman olan Allah'a isnat ettikleri bir kız evlat müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi." [m], "Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman..." (Tekvir, 81/8-9), "Ortak koştukları Şeyler müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi." [n]

Ekin ve hayvanlarını iki kısma ayırıyor bir kısmını Allah'ın böyle emrettiğini sanarak Allah'a veriyor ve bir kısmını da Allah'a eş koştukları putlarına ayırıyorlardı. Onlar, bu batıl inanç ve adetlerinde biraz daha ileri giderek Allah'ın payına düşeni alıyorlar, onu eş koştukları putların payına ekliyorlardı. Ama putlarının payından alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu.
«Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar ve kendi iddialarına göre: "Bu Allah'ındır, Şu da ortak koştuklarımızındır" dediler. Ortakları için ayırdıkları Allah için verilmezdi. Fakat Allah için ayırdıkları ortakları için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü!» [o]

Bir kısım hayvanlarla ekinlerin bazısını dilediklerinden başkasına yasaklıyorlardı. Ayrıca bir kısım hayvanlara binerken ve keserken Allah'ın adının anılmasına engel oluyorlardı.[ö]

Bunun dışında hayvanlarla ilgili şu adetleri de vardı:

Deve beş batın doğurup beşincisinde erkek doğurursa kulağını çentip serbest bırakırlardı. Artık ona binmeyi ve sütünü sağmayı haram kabul ederlerdi. Buna "Bahîra" derlerdi.

Saibe; dileği yerine gelen kimsenin putlara adadığı deve idi. Buna da binilmez ve sütü sağılmazdı.

Vasîle; koyun dişi doğurursa kendileri için; erkek doğurursa putları için olurdu. Şayet biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz doğurursa, dişinin hatırı için erkeği de kesmezler ve buna "Vasîle" derlerdi.

Hâm; bir erkek devenin soyundan on döl alınırsa onun sırtı haram sayılır, su ve otlakta serbest bırakılırdı. Kimse ona dokunmazdı.

Bütün bunlardan başka müşrikler atalarından devraldıkları birtakım adetleri devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunların bazılarının, kendilerini Allah (c.c.)'a daha çok yaklaştırdıklarını ileri sürüyorlardı.

İbn İshak, şunları aktarıyor:
Kureyş, ya Fil olayından evvel veya daha sonra meydana geldiğini tahmin ettiğim bir bidat ortaya çıkardı ki, tarihte (Hums) diye anılıp, asalet-i diniye iddiasından ibarettir. Bunlar: "Biz, İbrahim'in evladıyız, ehl-i Harem biziz, Beyt'in sahibiyiz, Mekke'nin de sâkini bulunuyoruz. Arap kabilelerinden hiçbir kabîle, bizim sahip olduğumuz bu şeref ve itibara sahip değildir. Binaenaleyh biz, bu müstesna mevkiimizin şeref ve itibarını korumalıyız. Bundan sonra Harem haricinde hiçbir şeye tazim etmeyip bütün ihtiramatımızı Harem dahilinde hasretmeliyiz. Meselâ, Arafat'ta halk ile bir sırada, yan yana, omuz omuza durup vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi tenzil eder" diyorlardı.

Kureyşliler bu asalet fikrini ortaya koydu ve uygulamaya da başladı. Arafat'a çıkmayı, Arafat'tan ifazâyı terk ettiler. Herkes Arafat'ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife'ye giderler, orada dururlardı. Ve "Biz ehlullahız, Harem-i Şerif'in hâdimleriyiz" diyerek, diğerleriyle eşitliği kabul etmezlerdi. Fakat bunlar, Arafat'ta vakfe etmenin İbrahim (a.s.)'in dini muktezası olduğunu biliyorlardı. Kinâne ile Hüzâaoğuları da bu hususta Kureyş'e iltihak etmişlerdi.

Bunlar, hac için, umre için gelen bedevîlere müdahaleye kadar ileri gitmişlerdir. Harem hâricinden gelen herkesin, Beyt'in ilk tavafı Siyab-ı Hums ile tavaf etmelerini kararlaştırdılar ve uyguladılar. Bu kararın neticelerinden biri: Kim ki adi bir elbise ile gelip tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi çıkarıp atması zarûrî idi.

Bu kararların ikinci neticesi ise; asilzadelere mahsus bir elbisesi olmayan bedevî erkeklerin çıplak; kadınların da yalnız önü yırtmaçlı kısa iç gömleği ile tavafa mecbur edilmesidir.

Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi. Resûlullah (s.a.s)'a iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam etti. Daha sonra da Arâf suresinin 26, 27, 28, 31 ve 32. ayetlerinde, çıplak tavaf ile birlikte diğer bidatler de yasaklanmıştır.

Ebû Hüreyre (r.a.)'den gelen bir rivayete göre, Ebû Bekr es-Sıddık (r.a.) Vedâ Hacc'ından (bir sene) evvel, Hz. peygamber tarafından Hac Emîri olarak (Mekke'ye) gönderildiğinde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre'yi Kurban Bayramı'nın ilk günü Mina'da büyük bir cemaat içinde halka (şu iki maddeyi) ilâna memur kılmıştır. (Ebu Hüreyre): "Ey Nas! İyi biliniz, bu yıldan sonra müşriklerin haccetmeleri, çıplakların da Kâbe'yi tavaf etmeleri yasaktır." demiştir.[10] Fakat onlar bunu kabule yanaşmamışlar, atalarını körü körüne taklide çalışmışlardır. "Onlara: Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin dendiği zaman: Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler. Alaları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı?" [p] İslâm, topluma hakim olunca bütün bu cahilî sistemin ilkel davranışlarını tamamen yasaklamıştır".[r]

Bütün bunlara baktığımızda, Cahiliye'nin bir "inanma biçimi" olduğunu görüyoruz. Cahiliyye; bir şeyi gerçeği dışında bilmek, anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre Cahiliyye; insanın ve toplumun İslâm öncesi ve İslâm dışı bir yaşayış biçimiyle yaşaması demektir. Doğru yolun zıddı, ilmin aksi olan, eskiyen ve değişken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayışlara göre kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; cahilî sistemler ve hükümlerdir.

Cahiliyye; insanın insan iradesinin dışındaki unsurlar üzerinde toplanmasını temine çalışan, insanı insana ve topluma köle yapan bir sistemin; beşeriyeti Allah'a ibadetten uzaklaştırıp, herhangi bir adla anılan beşerî sistem ve prensiplere itaate zorlayan yönetimin adıdır. İnsanları, kavimlere, renklere, tarihlerinin karanlık çağı efsanelerine yönlendiren, ayrı ayrı dil farklılığı sebebiyle ümmet şuurundan uzaklaştırmaya çalışan her türlü despotizm, cahiliyenin bir görüntüsüdür. Kısaca cahiliye, Allah'ın hükmünden başka hüküm arayan ve Allah'ın hükmünden başka hükme rıza gösterenlerin tavrı, hayat biçimi ve sistemidir.[4]
Cahiliye Döneminde Kadın
Arap ailesi; koca, eş veya eşler, çocuklar ve cariyelerden oluşmaktadır. Elbette bunlar arasında özellikle çocuklardan ya da torunlardan evli olan çiftler de bulunmaktadır. Bu yönüyle Arap aile yapısı, önceki toplumların aile yapısına benzemektedir.

Cahiliye evlenmelerinde kadınla erkeği birbirine bağlayan nikah, dînî bir mahiyete hâiz olmadığından kadın, ancak çocuk doğurduktan sonra aileye dahil edilirdi. Bundan dolayı bir kadın çocuk doğurmadan önce ölürse kocası taziye edilmezdi. Çocuksuz kadın diyet vermeye mahkum olursa bu diyeti kocası değil, kadının mensup olduğu aile topluluğu verirdi. Araplar, yalnız bu aile topluluğu akrabalığına önem verdiklerinden evlenme yolu ile ortaya çıkan akrabalığın önemi yoktu. Bu nedenle bir baba ölürse oğulları, üvey anneleri ile evlenebilirlerdi.

İslam öncesi aile yapısı, köklü temellerden yoksun görünmektedir. Sebebi ise, o dönemde kadınlara ve kız çocuklarına itibar edilmemesi, değer verilmemesidir. Araplarda hakim olan evlenme çeşidi, erkeğin kendi kabilesi veya aşiretinden bir kadınla evlenmesidir. Daha çok amca kızlarıyla evlenmenin revaçta olduğu müşahede edilmektedir. Ancak bu, kabilesinin dışındaki kızlarla evlenmesine engel değildir. Kendi kabilesinin dışında birisi ile evlendiğinde eşi artık kendi kabilesine katılmış sayılırdı. Bu dönemde erkek, kadın üzerinde otoriter ve hakimiyet sahibidir. Yabancı kabileden yapılan evlilikte kadına, ailesiyle birlikte belirlenen mehir verilir. Bu normal bir evliliktir. Bunun dışında bir de genelde bir başka kabileyle yaptıkları savaşta elde ettikleri esirlerle evlilik yapılırdı.

Kaynaklar, Arapların başka tür evliliklerinin de bulunduğunu bildirmektedir. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:
İslam'ın bazı şartlarla devam ettirdiği evlilik. Buna göre bir erkek, veli veya babasından kızı ister, muayyen bir mehir karşılığında onunla evlenirdi.
Trampa şeklinde evlilik. İki kişi kızlarını veya velisi bulundukları kadınları ve kızları mehirsiz olarak değişirdi. İslam, bu tür evliliği yasaklamıştır.
Analıkla evlenmek. Ölen kişinin başka kadından olan en büyük oğlu analığını mehirsiz olarak alabilirdi.
İki kız kardeş ile birlikte ve sınırsız olarak birden fazla kadınla evlenmek. İslam, birincisini men ederken, ikincisini de bir takım şartlara bağlamıştır.
Burada biz bunlar hakkında tafsilatlı bilgi vermeyeceğiz. Ancak şu kadar var ki, bu tür evlilikler oldukça azdır. Toplumsal ilerleme olarak da tabir edebileceğimiz İslam öncesi dönemde hakim olan evlilik, erkeğin sınırsız olarak dilediği kadın veya kadınlarla evlenmesi şeklinde idi. Bu durumda boşama, erkeğin elindeydi ve istediğinde onu ailesine geri gönderebiliyordu.

Bütün bunlara rağmen kadın, bazı medenî kabilelerde saygınlığını elde etmiş ve korumuştur. Genellikle baba, bu tür kabilelerde kızıyla evlilik öncesinde istişare eder ve onun fikrini almaya özen gösterirdi. Belirtildiğine göre Hâris b. Avf, Evs b. Hârise?den kızına talip olduğunda Evs, kızıyla konuyu görüşmüş ve ona göre karar vermiştir. Isfahânî'nin aktardığına göre kadın, istediği erkeği seçme ve istediği zaman da boşama hakkına sahipti. Yine Isfahânî'nin belirttiğine göre ilginç bir boşama metodu bulunmaktadır. Buna göre: Kadınlar sayaçtan bir evde oturuyorlardı. Eğer evin kapısı doğu yönünde ise, onu batı yönüne çevirirler, eğer Yemen yönündeyse Şam tarafına çevirirlerdi. Bundan erkek, artık kendisinin boşandığını anlardı. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, cahiliye döneminde bazı kadınların elde ettikleri bu durum, yaygın olmamış aksine konum ve itibar sahibi kabilelerde söz konusu olmuştur.

Cahiliyye döneminde yaygın olan adetlerden biri de, kız çocuklarını diri diri toprağa gömme adetidir. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömme adetinin, kadını küçük görmenin yanında çeşitli nedenleri vardı: Birinci neden, ekonomik idi. Çünkü fakirlikten ötürü aile fertlerinin az olması isteniyordu ve erkek çocuklar büyüdükten sonra aile bütçesine katkıda bulunurlar ümidiyle yetiştiriliyorlardı. Fakat kız çocuklar büyüdükten sonra evlenecekleri için daha küçük yaşta öldürülüyorlardı. İkinci neden ise, genel kargaşa ile kabileler arasındaki sürekli savaş idi. Erkek çocuklara, büyüdüklerinde savaş zamanlarında yararlı olmalarından dolayı önem veriliyordu. Oysa kız çocukları savaş zamanlarında bir işe yaramadıkları gibi, ayrıca korunmaları da gerekiyordu. Üçüncüsü, Arap kabileleri birbirlerine hiç bir haber vermeden savaş açarlar ve esir aldıkları kızları ya pazarlarda satarlar ya da kendileri cariye olarak kullanırlardı. İşte bu nedenlerden dolayı kız çocuklarını daha küçükken öldürüyorlardı. İslam, cahiliye adeti olan bu adeti yermiş ve kesinlikle yasaklamıştır.

Cahiliye döneminde genelde orta ve aşağı tabakalarda kadının hiç bir önemi ve rolü yoktu. Bu durum, zaten doğuşta başlıyordu. Bir adamın erkek çocuğu dünyaya gelirse, sevinir, şenlik yapar; kız çocuğu doğarsa utanır ve bir suç işlemiş konuma düşerdi. Özellikle aşağı tabakalarda kadının kocası yanındaki değeri, onun, mülkiyetinde olan malların değerinden fazla değildi. Bu dönemde Arap erkeği, adet zamanlarında bir kadınla bir odada oturmazdı. Onlarla birlikte yiyip içmezdi, hatta bazen adet gören kadın geçici olarak evden bile çıkarılabilirdi. Kadınlar herhangi bir sebeple boşandığında, onlara eziyet olsun diye onun bir başkasıyla evlenmesine engel olunurdu. Kocanın ölümünden sonra kadınlar, tam bir yıl matem tutarlar ve iddet beklerlerdi. İslam bu süreyi üç ay ile sınırladı. Genelde durumları bu olan kadının göçebe hayatında görevleri oldukça fazlaydı. Çadırda çocuklara bakmak, develeri veya davarları sağmak, hurma lifinden hasır, deve tüyünden giyecek ve çadır örmek gibi daha pek çok iş, kadınlara aitti. Bunların dışında savaş sırasında savaşçılara su taşımak, şiirler söyleyerek onları cesaretlendirmek, yaralıları tedavi etmek de kadınların görevleri arasındaydı. Bütün bunlar, yine de kadına önemli bir hak kazandırmazdı.

Şehirlerdeki cariyelerin durumları, daha kötü idi. Bazı cariyelerin sahipleri, onları fuhşa sevk eder, kazandıkları paraları ellerinden alırlardı. Kadının namusuna saygı göstermek, çöldeki göçebe hayatında, şehirlerdeki yerleşik hayattan daha fazla idi. İslam, cariyelerini fuhşa zorlama uygulamasına ile son verdi.

Bütün bunlarla birlikte asil ve zengin kimselerin kızları ve karıları (sosyete) bir şahsiyete sahip olup itibarlı sayılırlardı. Cahiliye döneminde kadınlar, miras alma hakkına da sahip değillerdi. Erkekler, hiç bir sınır tanımaksızın istedikleri kadar kadınla evlenebiliyorlardı. Bu durum muhakkak ki, ailenin erkek evladını çoğaltmak ve düşmanlara karşı kuvvetli olmak arzu ve ihtiyacından doğmaktaydı. İslam, bu sınırsız evlenmeyi yasaklayıp, dört kadınla sınırlamıştır.

Cahiliye döneminde bir baba kızını, onun isteyip istemediğine, isteyenin çok yaşlı olup olmadığına bakmadan istediği erkeğe verebilirdi. Aynı zamanda iki kız kardeş ile evlenmek, Arapların adeti idi. İslam, bunu da kesinlikle yasaklamıştır.

Arapların nikah hususunda yaptıkları en kötü şeylerden biri de, üvey anneleriyle evlenmeleri idi. Bir Arap, karısını boşar veya ölürse, bu adamın büyük oğlu bu kadınla evlenmek istediği zaman elbisesini o kadının üzerine atar ve mehir vermeden o kadınla evlenirdi. İslam, bunu da yasaklamıştır.

İslam geldiğinde cahiliye adetlerinden hoş olmayanları kaldırdı ve yerine akla dayalı çözümler getirdi. Ailenin artık sınırlarını belirledi. Meşrû olmayan evlilik çeşitlerini iptal etti. Cahiliye döneminde bazı haklardan men edilen kadına hukûkî, sosyal vs. haklarını iade etti. Eş sınırlamasına gitti.

İslam'ın öğretileri, fertleri arasında karşılıklı sevgi ve istikrarın sağlanması ve temellerini barışın oluşturduğu bir yuva kurmaya yönelikti. Bu, ayette de açıkça ortaya konulmaktadır: "Sizin için kendinizden sükunet bulacağınız eşler yaratıp sevgi ve merhamet peyda etmesi Allah'ın ayetlerindendir..." [11]
Sonraki Sayfa >>
Kaynaklar
[1] www.ayetler.com/datakavramlarcahiliye.htm
[2] www.diyanet.gov.tr/yayin/basiliyayin/ydinikavramlaryazdir.asp?id=228
[3] Ahmet Kurucan, "Cahilkiyye Cehaleti", Zaman Gazetesi, 1 Ekim 2009, Perşembe.
[4] Şamil İslam Ansiklopedisi, "Cahiliye" maddesi.
[5] www.enfal.de/itarih02.htm
[6] sozluk.ihya.org/osmanlica-turkce-sozluk/asabiyyet-i-cahiliye.html
[7] Müslim, "Eşribe", 3.
[8] Buhârî, "Nikah", 36
[9] Şevkânî, "Fethu'l-Kadir", I, 440
[10] Sahîh-i Buhâri, Tecrit-i Sarih Tercümesi, VI,13
[11] Yrd. Doç. Dr. Ali Aksu, "Cahiliyye Döneminde Kadın", www.hanimlar.com/index.php?oku=59
[12] Dr. Nihal Şahin Utku, "İslam Öncesi Dönemde Arabistan", www.sonpeygamber.info/tr/tr/tarihi-ve-sosyo-kulturel-cevre/islam-oncesi-donemde-arabistan-3.html
[13] www.hicretonline.com/Elmali Tefsiri2/53-Necm/19-22. Ayet.htm
[14] , Anthony E. Smith, "Allat". Encyclopedia Mythica.
[15] "Arabian religion." Encyclopædia Britannica. 2007. Encyclopædia Britannica Online.
[16] tr.wikipedia.org/wiki/Lat
[17] tr.wikipedia.org/wiki/El-Menât
[18] N.A. Faris 1952, s. 16-23
[19] tr.wikipedia.org/wiki/El-Uzzâ
[20] Tavil 1993
alıntıdır...
Cevapla
Task